7 Nisan 2014

NE DESEM HİKÂYE

Yazmaktan vazgeçişimin kaçıncı günüydü kim bilir, hatta bu kaçıncı vazgeçişti. Soğuk bi günün, mevsiminden bağımsız karardığı saatlerde düştü aklıma kelimeler. Ve sağır sultanın duyduğu Karadeniz ayrılığına bir kala her şey; üstelik, kod adını ilan etmişken ele güne, şaşaalı bi aşkın baş rolüne koymuşken karanlık yüzünü.

Ağır aksak ve elektronik alt yapıyla kirletilmiş Umay sesi eşliğinde kahrediyorken bazen ya da Sezen zihnimin kuytularına attığım kelimeleri bağırıyorken yerli yersiz, tam da o zamanda düşmüşken bi giz' in karanlığa eş gözleri kalbime. Kısaca kalbimi ikna edemiyorken bazen...
Oysa ben vazgeçeli hayli zaman oldu. Bu şarkılar olmasaydı, bitecekti ihtimal.

Bi dolu yorgun gecenin, hayat diye başıma üşüştüğü  sabah ezanı sonrası pişmanlığı gibi bazen yalnızlık. Bi yandan iknâ, diğer yandan kibir içinde kıvranırken vicdan.
Bir de gurur var ki sorma, iki ucu kapalı bi tünelin içinde yaşanan güneş ışığı umudu kadar hazin...

En çok yarım kalmışlara üzülürmüş insan, toplasan bi hayat etmeyen bi dolu eksik hayat tüccarıyken biz ve bütün hüzünlü kelimeler bir olup alt etmeye meylederken, çeyrek avuç yaşama hevesimizi, en çoktan çok daha fazla hüzün üstüme üstüme...

Bak bi ud sesi misâl, bilmem kaç yıl öncesi yaşanan ve bugün sadece üzüntü veren bi dolu fotoğrafı doldururken odaya, yan komşunun ya da çocukluk arkadaşının umurunda değilken sen ve yine de bi çare beklerken bütün yaşayanlardan....   düşün ne hazin bi çaresizlik yaşamak...

Velhasıl, bütün kelimeler yılda bir ziyaret edilen bi evin, çarşafla örtülmüş eşyaları kadar durumun vahametini bilmeyene. O yüzden, ne desem boş, ne desem hikâye...

cem ben...